Erdoğan, Türkiye’nin “Batı ve Rusya arasında” denge politikası sürdürmeye devam edeceğini söyledi. 2022 NATO Stratejik Konsepti’nden sonra bu mümkün değil, olamaz… Türkiye, yeni Avrupa Güvenlik Mimarisi gibi tarihi bir gelişmenin önüne geçebilir miydi? Bundan sonra geçebilir mi?
NATO’nun Madrid Zirvesi geride kaldı. Madrid, İttifak’ın yetmiş yılı aşan tarihindeki en önemli zirvelerden biri oldu. NATO, İkinci Dünya Savaşı sonrasının ürünüdür. Soğuk Savaş döneminde Batı’nın belirleyici ve güçlü kolektif güvenlik örgütüdür. 1989-1991’de sona eren Soğuk Savaş sonunda 16 üyesi vardı. Kendisini Stalin Sovyetler Birliği’nin güvenlik tehdidi altında gören ve Batı dünyasında yer almak isteyen Türkiye, Yunanistan ile 1952 yılında Transatlantik İttifakı’na katılmış ve Ege komşusu ile müştereken İttifak’ın Güneydoğu kanadını oluşturmuştu.
Federal Almanya 1955’te, İspanya, 1982’de üye olmuştu. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, misyon ve rolü giderek belirsizleşmekle birlikte NATO büyümüş; 1999’da Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti ile, 2004’te Bulgaristan, Romanya, Slovenya ve Slovakya ve üç Baltık ülkesi Estonya, Letonya, Litvanya ile müttefik sayısını arttırmış, ulaştığı sayıya 2009’da Arnavutluk ve Hırvatistan, 2017’de Karadağ ve nihayet 2020’de Kuzey Makedonya’nın eklenmesiyle, 30 ülkenin üye olduğu bir Euro-Atlantik ittifak sistemi haline gelmiştir. ABD ve Kanada, İttifak’ın Atlantik ötesi, Kuzey Amerika kanadını oluşturuyorlar.
2022 Madrid, NATO için çok önemli bir kilometre taşı oldu. Çünkü NATO, yaklaşık 30 yıl süren Soğuk Savaş sonrası yeni misyon ve rol arayışı dalgalanmalarından (şaşkınlığı da denebilir) çıkarak 49 maddelik bir yeni “stratejik konsept” kabul etti. Bundan önceki “Stratejik Konsept” 2010 yılında kabul edilmişti.
“2022 Stratejik Konsepti”, Rusya Federasyonu’nu “Euro-Atlantik bölgesinde Müttefikler’in güvenliği ve barış ve istikrar için en büyük ve doğrudan tehdit” olarak niteledi.
“Stratejik Konsept”te, Türkiye dahil tüm NATO üyelerini doğrudan ilgilendiren ve bir bakıma bağlayan şu ibareye de yer verildi:
“Moskova’nın Baltık, Karadeniz ve Akdeniz bölgelerinde Belarus ile askeri entegrasyon halindeki askeri yığınağı, güvenlik ve çıkarlarımızı tehdit etmektedir.”
Bunun Tayyip Erdoğan’ın ağzından ifadesini bulunan mevcut Türk dış politikası açısından özel bir önemi var: Erdoğan, Madrid dönüşü, uçakta yaptığı açıklamalarda, Türkiye’nin “Batı ve Rusya arasında” denge politikası sürdürmeye devam edeceğini söyledi. 2022 NATO Stratejik Konsepti’nden sonra bu mümkün değil. O sözlerinin hiçbir geçerliliği yok. Olamaz.
Zira, 2022 Madrid’den sonra, Türkiye, ya NATO üyesi olarak, “Stratejik Konsept”in kabul edildiği Madrid Zirve Bildirisi’nin altından imzasını çekecek, ya NATO müttefikliğinden vazgeçecek veya “Stratejik Konsept”e uyarak, Rusya’yı Türkiye’nin kıyısı bulunan Karadeniz ve Akdeniz’de kendisinin ve müttefiklerinin güvenliğine, barış ve istikrara yönelik “bir numaralı ve doğrudan tehdit” olarak görecek, dış politikasını buna göre ayarlayacak. İşi zor.
NATO’nun “2022 Stratejik Konsepti”nin bir ilk niteliğindeki en çarpıcı yönlerinden biri Çin’e yer verilmiş olmasında. Euro-Atlantik bölgesinin dışında bulunan Çin’in adı, ifade ettiği amaçlar, ihtiraslar ve zorlayıcı politikaları ile “çıkarlarımıza, güvenlik ve değerlerimize” meydan okuyucu olarak geçiyor. Çin, ayrıca kötü niyetli hibrid ve siber operasyonlara başvurmakla, Müttefikler’e yönelik çatışmacı bir dil ve dezenformasyon kullanmakla hedef alınıyor. Dahası, NATO’nun “bir numaralı hasmı” olarak açıkça belirlenen Rusya Federasyonu ile giderek derinleşen bir stratejik ortaklığa girmekle suçlanıyor.
Bu faslın Türk dış politikasının serencamı bakımından bir anlamı var mı?
Var. Rusya’nın yanı sıra Çin’in ayrıntılı biçimde “NATO Stratejik Konsepti”nde yer alması, Türkiye’deki “Avrasyacılık”a ister istemez kapıyı kapatmak durumunda. Yani, bundan sonra hem NATO üyesi olup hem de “Avrasyacı” sayılabilecek bir dış politikayı maliyetsiz biçimde sürdüremezsiniz.
İsveç ve Finlandiya önlenemez
Madrid’i sadece NATO bakımından değil, Batı tarihi bakımından da olağanüstü önemde anlamlı kılan, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana “bağlantısız” ve “tarafsız” statüleri ile öne çıkmış ve dünya çapında rejimlerinin niteliğiyle saygın iki ülkenin, İsveç ve Finlandiya’nın İttifak’a adım atmaları oldu.
İsveç ve Finlandiya’nın üyelik başvurusu üzerine her iki ülkenin resmen üyeliğe davet edilmesi ve üyelik prosedürünün başlatılması, İttifak bakımından tarihinin en önemli stratejik dönüm noktası sayılıyor.
İsveç, İskandinavya’nın en büyük ülkesi ve 1814 yılından bu yana, iki yüzyıldan fazla bir süre herhangi bir savaşa taraf olmamış. Finlandiya ise, Sovyetler Birliği’nin 1939’da saldırısına maruz kalıp toprak kaybetmişti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında tartışmasız Batılı kimliğine rağmen, Sovyet baskısı nedeniyle NATO’da yer almadı ve dış politika terminolojisinde “Finlandiyalılaşmak” diye bir kavramın oluşmasına kaynaklık etti.
İki Baltık gücü, Kuzey Avrupa ülkesinin NATO üyeliği için başvurması her yönüyle tarihî bir adım. Finlandiya’nın Rusya ile 1340 kilometre uzunluğunda ortak sınırı bulunması, söz konusu gelişmenin önemini vurgulayan bir başka husus.
Rusya’nın mevcut NATO üyesi ülkelerle, (üç Baltık ülkesi ve Polonya) ortak kara sınırının uzunluğu 1213 kilometre. Buna 1340 kilometre daha eklenecek. NATO’nun 5. Maddesi’nden -bir ülkeye vaki askeri saldırının tümüne yapılmış sayılarak, tümü tarafından karşılık bulması- yararlanacak bir Finlandiya düşünülürse, Rusya’nın kendi Nordik-Baltık sınırında önlem almak için en az 100 bin kişilik bir askeri kuvveti oraya kaydırması gerektiği hesaplanıyor.
İsveç ise Baltık Denizi’nin kilidi, askeri stratejistler nezdinde “batmayan uçak gemisi” olarak nitelenen Götland Adası’nın sahibi. Götland, Rusya’nın Baltık Filosu’nun karargâhı Kaliningrad’ın (Königsberg) 320 kilometre batısında. Baltık’a giriş-çıkışları kontrol ediyor. Götland, İsveç anakarasını koruduğu kadar, Estonya, Letonya ve Litvanya’nın da korunmasının anahtarı.
Yakın zamana kadar silahsızlandırılmış konumdaki 3108 kilometre karelik Götland’a, şimdi ağır silahlarla donatılmış üç kara tugayı ve orta menzilli SAM füze sistemleri yerleştirildi. Madrid öncesi Götland’da Baltopps 22 adı altında başta ABD, tüm NATO donanmasının yer aldığı çok büyük bir eğitim tatbikatı yapıldı.
İsveç ve Finlandiya’nın silah altındaki muvazzaf gücü 47 bin. Ama iki ülkenin bir savaş durumunda seferber edebileceği askeri güç 1 milyonun üzerine çıkıyor. Her iki ülkenin askeri güçleri, eğitim seviyesi yüksek, high-tech donanıma sahip. Finlandiya, tüm Avrupa’nın en güçlü topçu birliklerine sahip ülkelerinin başında geliyor. Yakında 64 adet F-35 için 10 milyar dolar ayırarak, Avrupa’nın en güçlü hava kuvvetleri arasında yerini almaya hazırlanıyor. İsveç ise high-tech askeri endüstrilerde başını çekmesinin yanı sıra uzun menzilli Patriot hava savunma sistemlerini elinde bulunduruyor.
Bu arada İsveç ve Finlandiya’nın 2017 yılından itibaren JEF’te (Joint Expeditonary Force- Ortak Seferberlik Gücü) yer aldıklarını hatırlatalım. JEF, İngiltere’nin başını çekmesiyle 2012’de yola çıktı ve üyeleri Hollanda, Norveç, Danimarka, İzlanda, Estonya, Letonya ve Litvanya. 2017’de buna İsveç ve Finlandiya da dahil oldu. JEF, bu ikisi hariç, tümüyle NATO üyelerinden oluşuyordu. NATO ve JEF, 2017’den beri ortak askeri tatbikatlar yapıyor. Yani, İsveç ve Finlandiya zaten NATO ile eşgüdümlüydü.
İsveç ve Finlandiya’nın hukuken de katılmasıyla NATO’ya üye ülkelerinin nüfus toplamı 1 milyara dayanacak. Daha da önemlisi, iki ülkeyle birlikte NATO ülkelerinin askeri harcamaları Çin’in 1,5, Rusya’nın ise altı misli üzerine çıkacak.
Türkiye, böylesine tarihi bir gelişmenin önüne geçebilir mi?
Bütün bunlar neyi gösteriyor?
Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimiyle (24 Şubat 2022) Avrupa ve dünya tarihinde yeni bir sayfa açıldı. Sözde Ukrayna’yı NATO’dan uzak tutmak iddiasıyla 21.Yüzyıl’ın en yanlış askeri hamlesini yapmış olan Putin, tüm Baltık Denizi’nin bir NATO denizi haline dönüşmesine yol açtı. NATO (Finlandiya ve İsveç) ile sınırlarını iki mislinden fazlasına çıkarttı. Yeni Avrupa Güvenlik Mimarisi’nin oluşmasına, Euro-Atlantik sistemin canlanmasına yol açtı
Batı’nın uluslararası sistemde yeniden canlanma yoluna girmesi, Euro-Atlantik sistemin güçlenerek yeniden inşa edilmesini, NATO’nun misyon ve rolünün yenilenmesini beraberinde getirdi. Bunun mihenk taşı, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği için başvurmasıdır.
Bütün bunları göz önüne alarak sorsak, Türkiye’nin böylesine “tarihî gelişme”yi engelleyecek gücü var mı? Türkiye, PKK, PYD/YPG ve FETÖ sözcüklerini telaffuz ederek ve bunların “kendi güvenliği için tehdit oluşturduğu” vurgusunu yaparak, yukarıdan beri sözünü ettiğimiz devasa bir gelişmenin önüne geçebilir miydi? Bundan sonra geçebilir mi?
Sorunun doğru cevabı için akıl ve mantık sahibi olmak yeterlidir.
O nedenle, Tayyip Erdoğan’ın Madrid dönüşü yaptığı ve İsveç ve Finlandiya’nın henüz NATO’ya üye olmadıklarının altını çizdiği ve üyeliklerinin TBMM’nin elinde olduğunu söylediği açıklamanın gerçekte ve uygulamada değeri olduğu pek şüphelidir.
Türkiye, Madrid’te gelinen noktadan sonra, konunun anlam ve önemine ilişkin olarak yukarıda anlattıklarımız da göz önüne alınırsa, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğini istese de engelleyemez. Bugünkü dünya şartlarında 29’a 1, hatta (İsveç ve Finlandiya ile) 31’e karşı 1 ile NATO’yu, koskoca bir Batı kolektif güvenlik sistemini rehin alamaz, rehin tutamazsınız. Gerçekçi olalım.
Madrid Sonuç Bildirisi’nin 8.maddesi “Bugün, Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya üye olmaları için kendilerini davet ettik ve Katılım Protokolleri’ni imzalamayı kabul ettik… Finlandiya ve İsveç’in katılımı onları daha korunaklı, NATO’yu daha güçlü ve Euro-Atlantik bölgesini daha güvenli yapacaktır. Finlandiya ve İsveç’in güvenliğinin, katılım süreci boyunca da İttifak açısından doğrudan önemi vardır” diyor.
Bu ibare, yoruma açık olmayacak biçimde Finlandiya ve İsveç’in şimdiden filen NATO üyesi olarak algılandıklarına işaret ediyor. Aynı şekilde, üyeliklerinin bir “oyunbozan” izlenimi verecek bir üye ülke ya da liderin insafına terk edilmeyeceğini de.
Üçlü Memorandum konusu
Tam bu noktada, Madrid Zirvesi başlamadan önce, Türkiye, İsveç ve Finlandiya arasında imzalanmış “Üçlü Memorandum”dan söz edilmesi gerekiyor. Tayyip Erdoğan, Madrid dönüşü yaptığı açıklamalarda, bu konuda da temel birkaç noktada doğru konuşmadı. “Üçlü Memorandum”a gönderme yaparak, “PYD/YPG ve FETÖ’nün terör örgütü olarak NATO belgelerinde yer aldığını” söyledi. İki açıdan doğru değil:
Bir kere “Üçlü Memorandum” bir “NATO Belgesi” değil. NATO Zirvesi’nden önce biri NATO üyesi, diğer ikisi henüz üye olmayan üç ülkenin dışişleri bakanlarının imzasını taşıyan bir belge, bir tür taahhütname. Belgenin altında, toplantıya katılmış olan NATO Genel Sekreteri’nin imzası yok. Üç ülkenin birbirlerine karşı taahhütleri söz konusu. Nitekim, Madrid Sonuç Bildirisi’nin 8. maddesi buna atıf yaparak ve Türkiye’yi ima ederek -o sözcükler italik yazılmış- “İttifak’a katılımda tüm üye ülkelerin meşru güvenlik kaygılarının uygun biçimde karşılanması hayati önemdedir. Bu çerçevede Türkiye, Finlandiya ve İsveç arasında varılan üçlü memorandumu memnunlukla karşılıyoruz” diyor. Bu kadar. Bu, ‘Üçlü Memorandum”u NATO belgesi yapmıyor. “Meşru güvenlik kaygıları” ve “uygun biçimde karşılanması” gibi belli ölçüde muğlaklık içeren diplomatik sözcüklere yer verilmiş olan bir atıftan ileri giden bir yönü yok. Türkiye’ye İsveç ve Finlandiya’nın NATO yolunda koyduğu engeli kaldırması için verilen bir tür diş kirası gibi kabul edilmeli. Bir tür “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” hâli. Zira, başta ABD, tüm NATO için Rusya’yı bir numaralı hasım sayan “Yeni Stratejik Konsept” ve Finlandiya ile İsveç’in NATO’ya dahil olması her şeyden öncelikliydi.
Kaldı ki, ‘Üçlü Memorandum”un kendisinde PYD/YPG ve FETÖ sözcüklerinin başında “terörist” ya da “terör örgütü” sıfatı yok. PKK için “Üçlü Memorandum”da kullanılan bu ibare, PYD/YPG ve FETÖ için kullanılmıyor.10 maddelik “Üçlü Memorandum”un 4.maddesi aynen şöyle diyor: “Müstakbel NATO müttefikleri olarak, Finlandiya ve İsveç, ulusal güvenliğine yönelik tehditler karşısında Türkiye’ye tüm desteklerini verirler. Bu çerçevede, Finlandiya ve İsveç, PYD/YPG ve Türkiye’de FETÖ olarak tanımlanan örgüte destek sağlamayacaktır. Türkiye de Finlandiya ve İsveç’e ulusal güvenliklerine yönelik tehditler karşısında tüm desteğini verir…”
Diplomatik belgelerde sözcükler ve nüanslar çok önemlidir. Türkiye’nin altına imza attığı “Üçlü Memorandum”un kendisi -her ne kadar metnin tüm ruhu Türkiye’nin argümanlarını büyük ölçüde içeriyor ve yansıtıyorsa da- Erdoğan’ın açıklamalarını doğrulamıyor.
İsveç’ten Türkiye’ye iade olmayacak
Bu arada, en zihin bulandırıcı konuların başında, Türkiye’nin İsveç’ten iadesini istediği ve “terörist” olarak nitelediği kişiler geliyor. Tayyip Erdoğan, Madrid sonrası yaptığı açıklamada, daha önce 33 olarak ortalıkta dolaşan, A Haber, Sabah ve en son olarak Hürriyet’te iddia olarak yayımlanan ve iadesi istenen 33 kişinin sayısını birdenbire 73’e çıkarttı. İsveçlilerin (herhalde Başbakan Magdalena Anderrson ve Dışişleri Bakanı Ann Linde) kendisine bunları iade edeceklerine söz verdiklerini ve eğer iade gerçekleşmezse, İsveç’in NATO üyeliğinin TBMM’den geçmeyeceğine vurgu yaptı.
Madrid sonrası bu açıklama şok yarattı. İsveç Başbakanı, Dışişleri Bakanı ve Adalet Bakanı, Erdoğan’ın bu açıklamasına cevap vermeyi reddediyor ama 73 kişilik bir listenin hiçbir İsveç devlet kuruluşunda bulunmadığı İsveç basınında yazıldı. En önemlisi, en etkili ve büyük dört gazeteden biri olan Dagens Nyheter, cumartesi günkü sayısında Yüksek Mahkeme Başkanı Anders Eka’nın açıklamasına yer vererek, bombayı patlattı.
Eka, Türkiye’nin daha önce sözünü ettiği 33 kişiden 19’u ile ilgili yargı soruşturmasının tamamlandığını ve Türkiye’nin iade talebinin reddedildiğini açıkladı. 2000 yılından bu yana İsveç Yüksek Mahkemesi’nin Türkiye’den gelen 30’dan fazla dosyası ele aldığı, bunlardan sadece 4’ü için iade kararı alınmış olduğu ortaya çıktı. Bunların ikisi uyuşturucu kaçakçılığı, birisi hırsızlık, bir diğeri ise soygun ve hürriyeti tahdit ile ilgili.
İsveç’te iade kararı sadece yargı tarafından alınıyor. Hükümet söz verse bile -ki, yasal değil, veremez- kimseyi iade edemez. Buna yargı yetkili ve karar 1957 tarihli Avrupa Konseyi İade Konvansiyonu’na eklenmiş İsveç İade Yasası’na dayanılarak alınabiliyor.
Yasa ve “Üçlü Memorandum’a “uygunluk şartı” olarak eklenen “Avrupa İade Konvansiyonu”, askeri ve siyasi suçlar için iadeyi imkânsız kılıyor. İade için, Türkiye’de suç olarak görülen fiilin İsveç’te de suç sayılması gerekli. Daha da önemlisi, eğer kişi İsveç vatandaşı ise, iadesi hiç söz konusu değil.
Madrid sonrası, Türkiye ile imzalanmış olan “Üçlü Memorandum”un yorumuna ilişkin olarak İsveç’te yükselen eleştiriler karşısında gerek Başbakan Andersson, gerekse Dışişleri Bakanı Ann Linde, Türkiye’nin iade talebinin tümüyle İsveç yasaları gözetilerek ele alınacağını, kaygıya yer olmadığını ısrarla vurguladılar. Yüksek Mahkeme Başkanı Anders Eka da, 19 iade talebinin reddedildiğini açıklayarak ve hükümetin zaten iade yetkisi bulunmadığını ilân ederek, noktayı koydu.
Dolayısıyla, ne spekülasyonu yapılan 33 kişinin ne de Tayyip Erdoğan’ın birdenbire belirttiği 73 kişinin İsveç’ten Türkiye’ye iadesi söz konusu olmayacak.
Aslında, Tayyip Erdoğan’ın İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine 30 ülke arasında tek başına yükselttiği itiraz, buna ilişkin öne sürdüğü gerekçeler, Madrid’de kim kazandı, ne kadar kazandı, istediğini aldı mı almadı mı, bundan sonra ne olacak, vs. ekseni etrafında Türkiye’de süregelen tartışma, en can alıcı konunun gözden kaçmasına yol açıyor:
Türkiye, tarihin çok önemli bir dönemeç noktasında Batılı bir ülke gibi davranmayı seçmeyi beceremedi.
30 Mayıs’ta New York Times, “In NATO, Turkey is disruptive ally / Türkiye NATO’da bozucu bir müttefik” başlıklı bir yazı ile, Batı dünyasındaki Türkiye’ye ilişkin genel algıyı yansıtmıştı. Madrid’de Finlandiya ve İsveç ile üzerinde anlaşılan metin ve daha sonra Joe Biden’ın Erdoğan ile görüşmüş olması, bu algıyı ortadan kaldırmış değil. Helsinki ve Stockholm’ün yolunun üzerine konan engelin kaldırılması görüntüsü ile, durum idare edilmiş oldu. Madrid sonrası ise, eski tas, eski hamam çağrışımı.
Türkiye’nin insanları için konu, Batı’nın Türkiye algısından da ziyade, Türkiye’nin kendine dair algısına ilişkin olmalı. Rusya’nın Ukrayna saldırısıyla dünyanın içine girdiği yeni dönemde, Türkiye doğrultusunu nasıl tayin edecek? Batılı bir ülke olmayı seçecek mi? Asıl konu bu.